ilk
Galeri
Ahmet Kaya Belgeseli
Ahmet Kaya | Biyografi | 1
Komünizm Nedir?
Sosyalizm Nedir?
Kimdir!?



Sayın Mahkeme;

Sizin yürek gözünüz bunların hangisini görür?

Yargılanmam sürecinde, suçlandığım konulara ilişkin gerçek kanıtlar istiyorum. Aylardır ülke ya da dünya medyasına hiçbir açıklama yapmadım; ama benim bir örgüte yardım ettiğimin ya da ülkemi bölmek istediğimin, hukukun gerektirdiği ciddiyette belgelenmesi gerekiyor; çünkü evrensel hukuk normları düzleminden baktığınızda, bu ülkenin imajının birkaç hırçın insan ve mevcut durumu abartan bazı yayın organları nedeniyle ve bu kadar basit bir biçimde bir kez daha zedelenmemesi gerekiyor. Bu dosya nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, ülkemizin hukuk değerlerinin oluştuğu bütün bir hukuk tarihi içinde yerini alacağı için soruyorum:

Şarkı söylemek ve duygularını açıklamaktan başka hiçbir eylemi olmayan profesyonel ve popüler bir sanatçının, ‘yardım ve yataklık’ gibi, ‘bölücülük’ gibi ağır ithamlarla karşı karşıya bırakılması kesinlikle çok ciddi bir suçlamadır ve mutlak surette aynı ciddiyette kanıtlar gerektirmektedir. Aylardır çok kolay bir biçimde kullanılan ‘bölücü’ nitelemesinin benim, çocuklarımın, ailemin ve halkın gözünde on beş yıllık bir ‘duruş’un ayaklar altında ezilmesinin yol açtığı mağduriyetimi kim telafi edecek? Bu suçlamalardan sonra, bunca yıldır emek verdiğim kasetlerim (ki içlerindeki şarkılar benim çocuklarım gibidir) kırıldı, yerlere atılıp çiğnendi, yasaklandı, toplatıldı, yakıldı. Medyanın yarattığı bu toplu cinnet halinden Türkiye’nin fayda göreceği mi umuluyordu? Çocuklarımın birer öğrenci olduğu da dikkate alındığında, onların arkadaşları ve okullarından oluşan sosyal çevreleri içersinde, bu acımasız basının oluşturduğu peşin infaz ve onların sırtına yüklediği bu kocaman yükün ya da onların beyinlerinde yol açtığı tahrifatın hesabını bana kim verecek?

Sayın Mahkeme;

İddianamenin ikinci sayfa, birinci paragrafında yer alan düşüncelere cevap vermek istiyorum;

Benim doğum günüm Cumhuriyetin ilan edildiği tarihle örtüştüğü için, Cumhuriyetin benim hayatımda daima özel bir anlamı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içersinde yaşayan tüm insanların birbirleriyle sorunsuz ve kardeşçe yaşaması gerektiği konusundaki düşüncelerim sayın Savcının düşünceleri ile aynıdır.

Mahkemenize sunduğum video kasetinde yer alan, 1998 yaz ayları boyunca ülkenin birçok kentinde on binlerce insana şarkı söylediğim, bu konserlerde de vurguladığım ve savunduğum bir cümlem vardır; “Ben Türkiyeli bir demokrat ve devrimci olarak söylüyorum: Biz bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz!” Buna rağmen, sanki konserlerdeki sözleri söyleyen sanatçı ben değilmişim gibi, iddianamede bunun tam tersi bir düşünceye yer verilmiştir.

Sayın Mahkeme;

İddianamenin temeli, bana göre bazı televizyon kanallarının bir ödül töreni gecesinde söz ettiğim yeni albüm çalışmamdan ibaret olan sözlerimi, altında başka amaçlar arayarak dizi film haline getirmesidir. Benim, halktan on binlerce insanın olduğu bir konserimde, taraf bir insan gibi konuşmam ya da bana yapıldığı gibi bir ayrımcılık yapmam söz konusu olsaydı (ki bugüne kadar asla olmamıştır) sayın Savcının iddialarını bir an ben de haklı bulabilirdim. O geceye ilişkin video kasetler bir kez daha ve sağduyu ile incelendiğinde, orada yapılan ayrımcılıktan benim canımın yandığı, inanılmaz derecede hakarete uğradığım ve mağdur edildiğim görülecektir.

İddianamenin ikinci sayfasındaki ikinci, üçüncü ve dördüncü paragraflarda açıklanan düşüncelere ben değil, sadece Kürt asıllı olmamdan yola çıkarak beni incitmeye çalışanlar muhatap olmalıdırlar; çünkü daha kelimeyi ilk duyuşlarında bağırarak gerilim yaratanlar ve oradaki sağduyu sahibi insanları tahrik etmeye çalışanlar, oradaki birkaç kişiden ibarettir. Yeni albümümden söz ederken seçtiğim kelimeler ve gösterdiğim dikkate rağmen, oradaki birkaç insanın hırçınlığı ve bazı medya mensuplarının kendi televizyon kanallarında bunu fazlasıyla abartmaları, beni kocaman bir toplumun önünde ‘hain’ ilan ederek rencide etmeye çalışmalarının arkasında, asıl ben başka şeyler görüyorum.

İddianamenin beşinci paragrafında yer alan ve bazı yayın organlarınca değiştirilerek ve tahrif edilerek, hatta başka anlamlar yüklenerek yer verilen “Ben Kürt asıllı olduğum için bu albümümde Kürtçe bir şarkıya yer vermeyi ve ona bir klip çekmeyi düşünüyorum.” biçimindeki cümlemi (ki doğru biçimi budur) bu en yalın haliyle yorumlarsanız, bunun çok doğal bir açıklamadan başka bir niyet taşımadığını göreceksiniz. Bu kadar net bir cümleyi hiç kimse canının istediği gibi yorumlamamalı ve ona başka anlamlar yüklememelidir. Öyle bir yaklaşımdan benim başka sonuçlar çıkarmam ve başka niyetler beklemem en doğal hakkım olacaktır sanıyorum.

Dünyanın herhangi bir yerinde, diyelim ki Amerika’da bir şarkıcı “Ben blues veya jazz söyleyeceğim.” dediğinde kendi halkını ‘açıkça ırk ayrımı yapmaya tahrik etmiş’ mi olacaktır? Kaldı ki müzik evrensel bir dildir. Hangi dilden söylenmiş olursa olsun, bir şarkı bir halkı bölmez. Bana yönelik saldırıların sahipleri eğer biraz vicdan muhasebesi yaparlarsa, “biz ve onlar” ruhundan kendilerini biraz daha arındırırlarsa bundan bütün bir toplum fayda sağlar.

O ödül gecesini içeren kasetler biraz daha vicdanî bir pencereden izlenirse, Sayın Savcı’nın dediği gibi orada bulunan ‘seçkin sanatçı ve davetlilerin’ değil, sadece birkaç kişinin hakaretleri ve gerçekten ayrımcılık içeren cümleleri daha iyi fark edilecektir. İşte o zaman da bu davanın ülkenin ve Sayın Mahkemenizin gündemini boşuna meşgul ettiği açıkça görülecektir.

İddianamenin ikinci sayfa, yedi, sekiz ve dokuzuncu paragraflarında sözü edilen konser 1993 yılında değil, hatırladığım kadarıyla 1994 yılında Berlin’de Demokratik Esnaflar Birliği’nin düzenlediği bir konser olabilir. 1993 yılında sanatçı arkadaşım Zuhal Olcay’ın da olduğu bir turne kapsamında Berlin’de bir konser daha yaptım ve o da bir örgüt değil, profesyonel bir organizasyon tarafından düzenlenmişti. Daha önce de belirttiğim gibi ben dünyanın her yerinde şarkılarımı söylerim. Benim organizasyonlarımı belirleyen ekibim, anlaşmalarını profesyonel bir zeminde sözlü yada yazılı olarak yapar ve ücretini alır. Kırk iki yaşında iki çocuk babası bir insan olarak hayatımı müzik yaparak kazanıyorum. Profesyonelim, bu ülkede vergi mükellefiyim ve yılda ortalama bir albüm ve birkaç halk konserinden elde ettiğim kazancım dışında hiçbir gelirim yoktur. Benim hayata ve çocuklarıma karşı kırk iki yıldır biriktirdiğim sorumluluklarım var ve emeğimi asla çiğnetmem. Bir tek örgüte tek kuruş maddî desteğim olmamıştır ve böyle bir iddiayı da asla kabul etmem.

Konserlerime toplumun her kesiminden ve her yaştan binlerce-on binlerce insan gelir. Bunların hiçbirinin siyasî ya da etnik kimliğinden ya da münferit davranışlarından ve taşkınlıklarından sorumlu olmam beklenemez sanırım. Binlerce insanın karşısında şarkı söyleyecek olmanın yarattığı ön heyecanla konser salonuna sahne sıram yaklaştığında gider ve kuliste sahneye çağrılmayı beklerim. Ancak bir sanatçı olarak, on binlerin önünde konser verirken birtakım insanların ya da grupların benim konserimi ve benim sahnemi başka amaçlarla kullanmasına izin vermem ve vermedim.

Bu anlamda bir kez daha altını çizerek belirtiyorum:

İddianamenin suçlamaya esas aldığı, Hürriyet Gazetesi’nin 14 Şubat 1999 tarihli sayısında yer alan “Ayıp Ettin Gözüm” başlıklı haber gerçekleri yansıtmamaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi, 1993 yılı sonbaharında sanatçı arkadaşım Zuhal Olcay’ın da olduğunu hatırladığım bir Avrupa turnesine orkestramla birlikte katıldım. Berlin dahil Avrupa’nın birçok kentinde bu arkadaşlarımla birlikte konserler verdim. Bu konserler arasında Almanya’da sadece PKK’nın katıldığı ve ‘Kürt İşadamları Derneği’ adlı bir kuruluşun düzenlediği ileri sürülen bir konsere katılmadım. Böyle bir derneğin gerçekte var olup olmadığını dahi bilmiyorum. Söz konusu gazete haberi üzerine yaptığım araştırmada 1994 yılı başlarında Berlin’de ‘Demokratik Esnaflar Birliği’ adlı bir kuruluş tarafından düzenlenen bir geceye katıldığımı tespit ettim. Geceyi düzenleyen ‘Demokratik Esnaflar Birliği’ tarafından gönderilen yazıda da belirtildiği üzere, bu gecenin hiçbir örgüt ya da başka bir kuruluşla ilgisi bulunmamaktadır. Bu kuruluş, hatırladığım kadarıyla Berlin’deki tüm yabancı esnafların bir araya gelip oluşturduğu bir meslekî kuruluştur.

Savcılık ifademde de belirttiğim gibi, sahne sıram gelinceye kadar sahneyi daha önceden görme şansım yoktu. Sahneye çıktıktan sonra fotoğrafta yer alan pankartı görsem dahi hiçbir şey yapamazdım. Konseri iptal etmem halinde salonu dolduran ve benim şarkılarımı dinlemek için gelmiş binlerce dinleyicinin haklı tepkisini alacak ve gecenin o atmosferinde, o salondan rahatlıkla ayrılabilmem bile mümkün olmayacaktı; ama sahneden fark ettiğim kadarıyla salonun çeşitli yerlerinde asılı başka pankartlar da vardı; fakat sahne ışıkları ve yüksek spotlardan dolayı benim onların içeriğini de görebilme şansım yoktu. Her zaman olduğu gibi kendi şarkılarımı söyledim ve sahneden ayrıldım. Bütün titizliğime rağmen bu konser sırasında çekilmiş olması mümkün olan fotoğrafın yıllar sonra ve tamamen gerçek dışı bir haberle birlikte kullanılması beni üzdü. Böyle bir fotoğrafın varlığı ve bunun bugüne kadar yayımlanmaması hiçbir ciddi habercilik anlayışıyla bağdaşmaz ve haberin gerçek dışı oluşunu ve başka amaçlara yönelik bir yayıncılık anlayışı olduğunu açıkça ortaya koyar. Bununla ilgili takdiri Sayın Mahkemenize bırakıyorum.

Dünyanın her yerinde bütün sanatçıların sahnede kendilerini ifade edebilmek için kullandıkları bir beden dili ve sahne showları vardır. Türkiye’de ve başka ülkelerde verdiğim bütün konserlerimde salonun dolu olması ve dinleyicinin coşkusunu kendi kişisel başarım olarak yorumladığım için, halkı simgesel olarak zafer ve barış işareti yaparak selamlarım. Bu, bana mal olmuş ve bilinen en tipik sahne selamımdır. Buna bazı televizyon görüntülerinde mutlaka sizler de rastlamış olmalısınız. Kaldı ki bu işaret dünyanın her yerinde politikacılar, sanatçılar, sporcular gibi, toplumun her kesiminden insanlarca kullanılan bir simgedir. Son günlerde Kosova’dan Sırplar tarafından göç ettirilen Arnavutlar ve onların çocukları tarafından da sıkça kullanılan bu işaret, victoria kelimesinin ilk harfini ve çoğu yerde de barışı simgeler. Hayatını iyiliğin ışığıyla korumaya çalışan benim gibi biri yaptığı için bu işarete başka hiçbir anlam yüklenmemeli ve bu başka türlü yorumlanmamalıdır.

İddianamenin ikinci sayfa, dokuzuncu paragrafında yer alan şarkı sözlerini, Türkiye’deki birçok konserimde de bu şekilde değiştirerek söyledim. Bu küçük değişiklikten başka anlamlar çıkarılmasına sadece çok şaşırıyorum. Bütün samimiyetimle şunun bilinmesini isterim ki bunu yaparken başka bazı şeyler hedefliyor olsam, benim kadar sözünü sakınmadan söyleyen bir insan takdir edersiniz ki bu kadar dolaylı bir yola başvurmaz.

“şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim

yasal mermisiyle bir komiser yaklaşmakta” biçimindeki orijinal sözleri,

“şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim yasal mermisiyle bir TC yaklaşmakta”

şeklinde söylemem, kanımca iddianamedeki gibi yorumlanamaz. En yalın haliyle; mermiyi polis kullanır, polis Türkiye Cumhuriyeti’nin polisidir ve devletin polisini şarkının sözel kalıbı içersinde bu şekilde ifade etmemden nasıl farklı bir sonuç çıkarılabilir? Çünkü şarkıdaki sözün özü şudur; ‘yasal mermisi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bir komiseri yaklaşmakta’.

‘Başım Belada’ adlı bu şarkımın bir başka yerinde;

“üstelik göğsümde, yani tam şuramda,

kirli sakalıyla bir eşkıya gezinmekte” yerine,

“üstelik göğsümde, yani tam şuramda,

kirli sakalıyla bir gerilla gezinmekte” dersem, bunun sakıncası ne olabilir? Her ikisi de dağlarda yaşar ve sakalları kirlidir. Kaldı ki şarkının bütünü dikkate alındığında, şarkıdaki mizah ve ironi zaten görülecektir. Sevgili Can Yücel’in ‘Sevgi Duvarı’ adlı şiirinde, ’sidikli kontes’ diye bir nitelemesi vardır. Yıllar önce ben bu şiiri bestelediğimde denetimden geçirilmemiş ve onu ‘pasaklı kontes’ biçiminde değiştirdiğimizde bu çok önemli (!) sakıncayı ortadan kaldırmıştık. Bu örneği, hukuk tarihi kendi komedisini yazdığında malzeme olması açısından verdim. Dünyanın uğraştığı ve çözüm bulmaya çalıştığı hayatî konularla bizim mahkemelerimizin gündemini işgal eden konular karşı karşıya getirildiğinde, ülke olarak dünyanın gidişatını neden çok geriden takip ettiğimiz daha iyi anlaşılsın ve sıradan bir şarkı sözüyle bir ülkenin bölünebileceği kompleksinden artık herkes kurtulabilsin diye verdim. Bu durumdan benim çıkardığım sonuç şu: Demek ki bundan böyle sahne showlarımda bunun bir parçası olarak, kendime ait şarkıları biraz değiştirip söylerken ciddi bir çekince yaşayacağım.

Örneğin bir şarkımda;

“örselendi aşklarım,

üstelik çok uzak bir diyardayım” sözlerini, konser verdiğim yere göre ’Hamburg’tayım ya da ‘Bayburt’tayım şeklinde yorumlamaktaydım.

Bir başka şarkımda;

“O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız” (ki müjgan burada kirpik anlamında kullanılmıştır) biçimindeki sözleri “Ayten’le ben ağlaşırız.” biçiminde değiştirerek söyleyebiliyorken bundan böyle söyleyemeyeceğim anlaşılıyor. Peki, size göre kendimi böyle daha mı özgür hissedeceğim?

Sayın Mahkeme;

Bir sanatçıya soluk alabileceği alanlar bırakılabilmeli ve her ‘durum’dan vazife çıkarılmamalıdır. Eşiğinde olduğumuz yüzyıl umarım sanatın ve sanatçının önünü bu anlayışa yer vermeyecek kadar açacaktır.

Yıllardır konserlerinde ısrarla “Biz bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz.” diyen bir müzik adamını, yüzlerce yurtiçi ve yurtdışı konserlerinden sadece birinde sahneye bizzat bir harita asmış ve onun önünde “Biz bu ülkeyi böleceğiz.” demiş gibi bir mantıkla suçlamak ve bu mantıkla hazırlanmış bir iddianame ve 10.5 yıl gibi bir ceza talebi ile yargılamak, vicdanî temele dayalı hiçbir hukuk mantığına sığmaz.

Başkalarının üstü örtülü bir biçimde kabul ettiği ya da söylediğini, ben her zamanki açık sözlülüğümle bir kez daha söylüyorum:

Bizler bu ülkede yaşıyoruz. Bu ülkenin gerçeklerini içimize sindirebildiğimiz oranda bu ülkeye ve çağdaş insana yaraşan bir tavır içersinde olacağımıza ve bunun barış ve kardeşlik gibi güzel ve insanî erdemleri oluşturacağına inanıyorum.

Sayın Mahkeme;

Bir davayı daha arşivlerinize kaldırmadan, ek’te size sunduğum ve bu ülkede böyle düşünen aydınların varlığından sevinç duyduğum;

-21 Şubat 1999 tarihli Radikal gazetesinde, Yıldırım Türker’in “Ne Yapmalı” başlıklı yazısını,

-18-24 Şubat 1999 tarihli Aktüel dergisinde Defne Asal imzası ile yayımlanan “Sen Demirel misin be Ahmet” başlıklı yazıyı,

-Şubat 1999 tarihli Radikal gazetesinde, Arda Uskan imzalı “Ayıptır Ayıp” başlıklı yazıları, bu ülkede hoşgörü ve nesnel bir bakış açısından payımıza ne kadar düştüğünü anlamak açısından hassasiyetle okumanızı talep ediyorum.

Bütün eylemi şarkı söylemek olan bir insan olarak bu ‘ülkeyi bölme’ safsatasından bir an önce arındırılmak ve yine bu ülkenin Ahmet Kayası olarak dinleyicilerime, şarkılarıma, çocuklarıma, olağan hayatıma dönmek istiyorum.

Son olarak;

Çağımızda, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sağduyuya, hiçbir yargı vicdanına ya da evrensel hukuk çerçevesine oturtulamayacak olan bu yargılamadan beraatimi talep ediyor; bir repertuvar açıklaması ve bugün gündeme getirilen, ama yıllar önce yapılmış ve tam olarak anlaşılamayan bir konser görüntüsünden yola çıkarak beni ‘bölücü’, ‘hain’, ‘yavşak’ diye nitelendirenleri, bir gün aynı kısır ve çağa yakışmayan yaklaşımlarından kendilerinin ya da (hiç dilemem) çocuklarının zarar görmemesi ümidiyle ŞİMDİLİK kendi vicdanlarıyla baş başa bırakıyorum.

Takdir Mahkemenizindir.

Saygılarımla..

Ahmet Kaya

(1999 yılında Uluslar arası İnsan Hakları Kuruluşu -FIDH- Başkanı Patrick Baudoin, Paris Kürt Ensitüsü Başkanı Kendal Nezan ve Ahmet Kaya’nın avukatı Osman Ergin’in katılımı ile Paris’te yaptığı basın toplantısı…)

BASININ BÜTÜN TEMSİLCİLERİNE

MERHABA

Bizim geleneksel üslubumuzla hepiniz hoş geldiniz!

Son aylarda ülkemde basının aralıklı olarak gündeminde olmam ve yaşadığım olaylar dizisini, nedenleriyle birlikte sizlerle kısaca paylaşmak isteği duydum.

Aylardır benimle ilgili yapılan bütün haberlerde (haberin öznesi olmama rağmen) belgesiz, tanıksız ve yanlı yorumlarla hakkımda yığınla gerçek dışı haber üretildi.

Özellikle suskun kaldım; çünkü süre giden bir mahkemem vardı ve gerek hukuka olan saygım gerekse Mahkemeyi etkilememek adına sabırla beklemenin daha doğru olacağını düşündüm. Bundan kısa bir süre önce bir Avrupa ülkesinde gerçekleşen konserimin ardından üretilen haberler nedeniyle suskunluğumu bozdum ve ülkemde medyayı temsil eden herkese yazılı bir açıklama gönderdim. O açıklama kısaca beni ve düşüncelerimi içeriyordu. Sonuç; hiç kimse buna yer verme gereği duymadı.

Avrupa’nın çeşitli yerlerinde devam eden konserlerimden dolayı bir kez daha ve bizzat sizlerin karşısına çıkarak, yapılan haberlerin doğrudan tarafı olmamın da gerektirdiği hak ve sorumlulukla sizlere bir açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Bunu yaparken hukuk yasaları tarafından yargılanmadan, suç ve ceza kavramlarını en sağlıklı ve çağa en yakışan biçimde irdelemeden infaz gerçekleştirmeye çalışanların yarattığı bu büyük haksızlığı iliklerimde hissettiğimi söylemek zorundayım.

Ben profesyonel bir sanatçıyım. Şarkı sözleri yazan, bestelerini yapan, yorumlayan ve milyonlarca satan bir sanatçıyım. Ve ülkem bana alışkın olmasa da muhalif bir sanatçıyım. Toplumcuyum. Beni rahatsız eden her şeyi müziğimle eleştiriyor ve müziğimle protesto ediyorum. Benim silahım bu. Duygu üreten herkes gibi benim gözümden de yaş akıtan hiçbir şey karşısında suskun kalamıyorum. Dünya sanat tarihinde olduğu gibi, benim ülkemin sanat tarihinde de toplumcu duruşlarını üretimlerine yansıtan bazı sanatçılar var ve onlar da kendi dönemlerinde benimle aynı kaderi paylaşmışlar. Bütün bir yüzyılı kapsayan bu kaderle, içine gireceğimiz yüzyılda da karşı karşıya kalmak bütün insanlık adına üzücü. Bir köşe yazarımızın dediği gibi, ben de düşüncelerin özgürce uçuştuğu bir dünyayı şiddetle özlüyor ve bütün insanlık gibi bunu hak ettiğimi düşünüyorum.

Üzülerek söylemeliyim ki beni ısrarla yanlış anlama tavrı içerisinde olan birçok gazete ve televizyon habercisi şu anda sağlıksız bir toplumsal psikolojiyle benim en demokratik hakkımı, savunma hakkımı elimden alma cabası içerisinde. Eminim ki şu anda hepinizin aklına aynı soru takıldı: Neden?

Şubat 1999 tarihinde beni de ödüllendiren bir kuruluşun düzenlediği toplantıda Kürt asıllı olduğumu, yeni albüm çalışmamda Kürtçe bir şarkı söylemek istediğimi, bu şarkıya bir klip çekeceğimi ve bunu yayımlayacak televizyon kanallarının varlığına da inandığımı söyledim. Sadece bu açıklamamdan dolayı beni ülkemi bölmekle, vatan haini olmakla suçlayan birkaç insanın hakaret dolu, incitici ve ayrımcı sözlerine karşılık, bu ülkede Kürtlerin de yaşadığı gerçeğini kabul etmelerini, etmeyenlerin tepesinden inmeyeceğimi söyleyerek oradan ayrıldım. Bu olaya gazete ve televizyonlarda günlerce ve ‘bölücü’, ‘vatan haini’ , ‘fikirsiz fikir suçlusu’ , ‘defol’ gibi başlıklarla yer verilmesi sonucunda hakkımda bir dava açıldı ve yurtdışına çıkışım, yargılandığım mahkeme tarafından yasaklandı. Oysa benim aylar önce mukavelesini imzaladığım ve yapmak zorunda olduğum bir turne çalışmam vardı. Devam eden duruşmalarımda avukatlarım bu yasağın kaldırılmasını talep etti. Mahkeme bu talebi haklı buldu ve ben konserimi gerçekleştirmek amacıyla yurtdışına çıktım. Bu konserlerin gerçekleştirilmesi sürecinde dinleyicilerimle (ki çoğunluğu kendi ülkemin insanları oluşturuyor) şarkı aralarında soluklanmak amacıyla yaptığım küçük sohbetler benim yokluğumda tamamen gerçek dışı, tehlikeli ve amaçlı yorumlarla ülkemin gazete ve televizyonlarında hiçbir belge ya da kanıta dayandırılmadan ve ne yazık ki pervasızca yer aldı. Hiç kimse bunun yaratacağı sonuçları düşünmek, değerlendirmek ve ondan sonra haber yapmak gibi bir sağduyu örneği göstermeden Ahmet Kaya’yı suçladı ve karar verdi: O ‘bir bölücü’, ‘vatan haini’, ‘bir şerefsiz’, ‘bir küstah’, ‘bir terörist’, ‘bir hergele’, ‘bir akıllanmaz-utanmaz’, ‘kin ve küfür kusan’, ‘herkes tarafından satın alınabilecek’ ve ‘Abdullah Öcalan gibi yargılanması gereken bir adam’! Bu adamı annesi, eşi, kızları, milyonlarca hayranı ve bütün bir Türkiye halkı önünde böyle nitelendiren gazete ve televizyonlar bunu neye dayandırıyorlardı ?

Birer örneğini yazılı olarak sizlere vereceğim bu açıklamamın ekinde göreceğiniz bazı gazete kupürlerini dikkatle okumanızı istiyorum. Sözünü ettiğim ödül gecesine değinerek “Kendime bir araba almıştım. Kırk iki yıldır bu ülkede yaşadığım ve ürettiğim halde, bir açıklamamdan dolayı o ödül töreninde beni bir gecede vatan haini ve bölücü olarak nitelendiren birkaç şerefsizin yüzünden o arabayı kullanamadım bile.” biçimindeki sözlerimi, “Ülkesindeki 64 milyon insana şerefsiz dedi.’’ başlığı ile veren gazete bunu hiçbir kanıta ya da belgeye dayandırmadan, bunun sonuçlarını hesap etmeden ve büyük bir sorumsuzlukla sekiz sütuna manşet yazma sorumsuzluğu gösterirken, ben aynı gazete ve aynı sütunlarda yer alan “Ben bölünmeyi savunmuyorum; ama Kürt realitesini kabul etmek lazım. Bu gözyaşının, bu acının bitmesi lazım. Biz bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz.” biçimindeki cümlelerimin gazete başlığına taşınmasını isterdim. Benim bu anlamdaki barış yanlısı ve birleştirici tutumumun öne çıkarılmaması, aksine, bana ait olmayan sözlerle ve tamamen ön yargıyla yorumlanarak atılan başlıklarla neyin amaçlandığını yakın gelecekte benim içine düşürüleceğim durumu takip eden herkes görecektir. Dileğim bu yanlı, amaçlı, kıyıcı, ayrıştırıcı tutumdan hukukun yara almadan çıkmasıdır.

Ülkemin bir bölgesinde yıllardır süren ve bütün bir halkın yara aldığı bir sürecin değerlendirmesini yaparak ve bu sürecin yarattığı sonuçlardan dolayı özür dileyen Abdullah Öcalan’ın bu tavrının dikkate alınması gerektiğini söylemem, gazete ve televizyon haberinde “Ahmet Kaya bölücü başını övdü.” sözleriyle verilirse ben bunun altında çok ciddi birtakım amaçlar olduğunu ve en yalın haliyle bu amacın benim kolumu kanadımı tamamen kırmak olduğunu düşünürüm.

Dünyanın birçok ulusundan insanın yaşadığı bir ülkede yıllardır halkçı ve toplumcu yanını, insana değer veren yanını özellikle vurgulamış, bu anlamdaki duygularını şarkılarına yansıtmış bir insan olarak şu cümlemin altını özellikle çizmek istiyorum. Ben bu ülke halkına ‘şerefsiz’ demedim ve demem! Bu başlığı atanların benimle ilgili hesapları ne olursa olsun, bunun bana maliyeti ne olursa olsun , benim 64 milyon insana şerefsiz dediğimi hiçbir temele dayandırmadan iddia edenleri tarih önünde, halkın önünde kişisel vicdanlarıyla baş başa bırakıyorum. Yurt dışına çıkışım sırasında havaalanında benim ne zaman döneceğimi soran polise kullandığım bir cümleden söz ediliyor. Bu cümleyi doğrudan polise karşı kullanmak bir hakareti içerir ve bu cümleden dolayı polisin işlem yapması, hem de o anda işlem yapması gerekir. Ayrıca haber (!) üretmenin de bir adabı olması gerekir.

Ben şu anda buradayım; ama üzerinde ciddi oyunlar denenen sanatçı yanım her yerde. Ülkem ne yazık ki talihsiz bir dönemden geçmekte ve dünyanın her yerinde benimle aynı kategoride sanat üreten, dünyanın bütün dillerine, dinlerine ve kültürlerine yüreğini ve beynini açan sanatçı arkadaşlarım var. Vietnam’dan Afrika’ya, oradan Bosna’ya uzanan, dünyadaki bütün halkların yanında olduğunu her fırsatta ve özgürce ifade eden Bob Dylan, Paul Simon, Sting, Joan Baez, Sinead O’Connor gibi müzik tarihindeki yerlerini almış insanları büyük bir saygıyla selamlıyorum. Ben, sesimi şimdilik ülkemde iyiye gitmeyen şeylerle ilgili duyurmaya çalışıyorum. Bir başörtüsü sorunu gündemdeyken başka amaçlar taşımadığı sürece herkesin istediği gibi giyinme özgürlüğü olduğunu ve bunun, şiddet uygulamanın bir gerekçesi olamayacağını söylediğimde de anlaşılamamıştım. Yani ben hiç anlaşılamadım, hiç doğru anlaşılamadım. Buna rağmen şansımı inatla zorlamaktan yanayım. Yüreğim ve beynim, yaşadığım sürece dünyanın her yanında acı çeken halkların yanında olacak. Bunu yaparken sadece kendimden güç alacağım. Bunun bedeli beni yaşadığım topraklardan, ülkemden, halkımdan, işimden, ailemden, sevenlerimden koparmak bile olsa, ben ceketimi daima yağmurlara asacağım. Bir gün birileri nasılsa Kürt asıllı olduğu için Kürtçe bir tek şarkı söylemek isteyen bir adamın hiçbir ülkeyi bölmediğinin öyküsünü yazacak ve bu öyküyü okuyanlar şarkı söyleyen insanlardan ve şarkılardan korkulmaması gerektiğini anlayacaklardır. Süren mahkemem nedeniyle sizlerle bire bir konuşamamanın, sorularınıza açıklıkla tek tek cevap verememenin sıkıntısıyla yazdığım ve okuduğum bu uzun metnin, bu monoluğun beni birazcık da olsa ifade edebileceği umudu taşıdığımı söylemeliyim. Ben klasik bir kadere teslim olmak istemiyor ve öldükten sonra değil, şimdi anlaşılmak istiyorum. Beni doğru anlama yolundaki en küçük bir çabayı, bir sağduyu ve bir hoşgörüyü çok özlediğimi ve bunu içinde taşıyan herkesi içtenlikle selamladığımı söylemek istiyorum.

İnsanın kendisini asla tam olarak ifade edemediği bu sınırlı koşullar için beni bağışlamanızı diliyor ve geldiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.

(Ahmet Kaya’nın 1999 yılında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde süren dava sırasında Türkiye basınına gönderdiği yazılı açıklaması…)

Merhaba;

Bana yapılan kocaman bir haksızlığı bu çağa, demokrasiye, insan haklarına-özgürlüklerine ve hukuka karşı yapılmış bir haksızlık olarak gördüğüm için sizlerle birlikte olmak istedim. Hangi ülke vatandaşı olursak olalım bizi buluşturan evrensel ve insanî değerlerin varolduğunu ve bu anlamda yalnız olmadığımı hissetmek istedim. İçine düşürüldüğüm durumu benimle paylaşmaya geldiğinizi ve benim sesim olacağınızı bilmek istedim. Bunun bana çok iyi geleceğini bilmenizi istedim. Bunun için hepiniz hoş geldiniz ve iyi ki geldiniz! Beni dünyanın herhangi bir ülkesinde (çağdaş ve demokratik bir hukuk devleti olma iddiası olan bir ülkede) bir birey olarak düşünün. Yaklaşık bir yıl öncesine kadar özgür bir biçimde olmasa da şarkılarını yazan-söyleyen, konserlerini yapan muhalif bir şarkıcıydım. Bir yıl önce, bana da ‘yılın sanatçısı’ ödülü verilen bir toplantıda, Kürt asıllı olduğum için yeni albümümde Kürtçe bir şarkı söyleyeceğimi açıkladım ve olanlar oldu. Hakkımda üç ayrı dava açıldı, bunlardan birincisi sonuçlandı ve 3 yıl 9 aylık bir cezaya çarptırıldım. Şu sıralar bu cezayla ilgili ‘gerekçeli kararın’ çıkmasını bekliyorum. Ben ve avukatlarım bu cezaya bir üst mahkeme olan Yargıtay’a başvurarak itiraz hakkımızı kullanacağız. O aşamada iç hukuk yollarının hiç tıkanmamasını ve benimle ilgili bu haksızlığın telafi edilmesini diliyorum. İddia makamına göre ben 1993 yılında Berlin’de bir konser yapmışım ve bu konserdeki sahnemde bir harita asılıymış ve bu haritada, şu anda yoğunlukla Kürtlerin yaşadığı, Türkiye’nin Güneydoğu bölgesi ‘Kürdistan’ olarak gösteriliyormuş. İddia makamı, içine Kuzey Irak’ı, Musul ve Kerkük’ü de alan bu harita fonunda bir konser yaptığımı ve buradan yola çıkarak benim PKK adlı örgüte yardım ve yataklık ettiğimi iddia ediyor ve bu iddiasını da fotomontaj olarak düzenlenmiş bir tek fotoğrafa dayandırıyor.

Şimdi;

On beş yıldır müzik hayatını profesyonel olarak sürdüren, milyonlarca albüm satan, onlarca ‘Yılın Sanatçısı’ ödülü sahibi olan, düzenli olarak vergisini ödeyen ve iki tane öğrenci kızı olan bir baba olarak ben, bir gecede ‘vatan haini’ ve ‘bölücü’ ilan ediliyorum. Ülkemde milyonlarca satan albümlerime televizyonlar, radyolar ve medya tarafından gizli bir ambargo uygulanıyor. Yeni albüm çalışmamı çıkaramıyor ve hakkımda yapılan birçok asılsız, yalan ve kurgu haber ve can güvenliğimin olmayışından dolayı ülkeme gidemiyor ve tam anlamıyla bir hukuk trajedisinin kurbanı edilmeye çalışılıyorum.

Peki, bütün bunlar neden yapılıyor?

Bana göre bunun nedenleri, benim Kürt asıllı olduğumu açıklamama gösterilen tahammülsüzlük. Bana uygulanan ve canımı yakan çağdışı bir ayrımcılık. Ülkemde yıllardır süren bir savaşın artık sona ermesi gerektiğini ve barış denen güzel kavramı savunmama gösterilen tepki. Muhalif oluşum, gerçek ve tüm mekanizmaları ile işleyen bir demokrasiyi ülkemde de görmek isteğim ve yıllardır sürdürülen ‘Kürtler’i yok sayma politikası.

Bir hukuk sistemi düşünün ki açılmış bir dava dosyasında delil-tanık-bulgu-kanıt gibi, adil yargılama sisteminin vazgeçilmezleri olan unsurlardan bir teki bile yer almasın. Öyle bir dava düşünün ki fotomontaj bir fotoğraftan yola çıkılarak bir insan ülkesini bölmeye çalışmakla suçlansın ve toplumun gözü önünde bütün saygınlığı ve prestiji ve sanat geçmişi ayaklar altına alınıp çiğnensin. Ve öyle bir hukuk sistemi düşünün ki asparagas denebilecek haberlerden yola çıkarak yurttaşlarını yargılasın ve evrensel hukuk normlarını hiçe sayarak cezalar versin. Kendi sanatçısını ya başka bir ülkede ve her şeye yeniden başlayarak yaşamaya ya da şarkılarını yıllarca bir hapishanede yapmaya ve söylemeye zorlasın. İşte şu anda ben bu iki tercih arasında duruyorum.

Uygarlık tarihi ve hukuk tarihi 2000’li yıllara adım attığımız şu dönemde bu ve benzeri uygulamalara tahammül gösterecekse bütün evrensel ve insanî değerleri yeniden gözden geçirmemiz gerekmez mi?

Hiçbirimizin ne etnik kökenini ne ülkemizi seçme şansımız yoktur; ama benim sizden bir farkım var; benden, şarkılarımı söyleyeceğim insanları, konserlerime gelen insanları, albümlerimi satın alıp ürettiğim müziği seven insanları ve onların etnik kimliklerini ve siyasal düşüncelerini de seçmem isteniyor. Daha da ötesinde, konserlerimi yaptığım salonların dekoru ve sahne düzenini, o salona ne gibi yazı ve pankartların asılacağını, bu konserleri dinlemeye gelen insanların davranış ve coşkularını da organize etmem isteniyor(!). Hiç abartmadan bu ‘durum komedisine’ bir katkım daha olsun bari. Yapılan bu haksızlıklar karşısında bana dolaylı olarak verilmek istenen mesaj şu: “Sesin güzel olabilir, iyi bir besteci olabilirsin; ama muhalif olduğun için sen bu işi bırak ve bu güzel sesle gidip pazarda limon sat!” Benim cevabımı merak ediyor musunuz? Evet, ben güzel sesli ve yetenekli; ama yine Kürt asıllı muhalif bir limoncu olurum!

Bu ironi bir yana, beni daha iyi anlayabilmeniz için sizlere en genel çizgileriyle düşüncelerimi özetlemek istiyorum:

Dünyanın bütün kültürlerine, dinlerine ve dillerine eşit mesafede duran, kendini hiçbir yere ait göremeyecek kadar dünya vatandaşı hisseden; ama bir yere ait bir kimlik sahibi olmak gerektiğinde, Kürt asıllı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım.

Profesyonel müzik hayatım boyunca, yasa dışı ya da yasal hiçbir siyasi parti ya da örgüte üye olmadım, olamam da; çünkü sanat disiplin kaldıramayacak kadar özgürdür ve kendi içinde bütün parti ve örgütler üstü bir disipline ve hayatın iyiye doğru gitmesi yönünde bir işlevselliğe sahiptir. Özellikle muhalif sanat!

Benden kendisine ‘sadakat’ göstermemi isteyen bütün sistemleri reddedecek kadar özgür bir düşünceye sahibim.

Ben, ülkemin yakın tarihinin yıkıcı sonuçlarını silmesini ve bunu hayatın her alanına yaymasını istiyorum.

Benim mücadelem, dünyanın neresinde olursa olsun yok sayılan bütün ulusların ve kültürlerin varlığı kabul edilinceye kadar bitmeyecektir.

Benim beklentim, insanlığın içine düştüğü kaosun, 2000 ile başlayan yeni insanlık tarihinde düzenlenmesi ve hayatın insana en yaraşır hale getirilmesi yönündedir.

 

Benim lanetim, insanlık suçu işleyenler, hayatı bölenler, bazı değerleri hoyratça harcayanlar, insanları örseleyen ve onlara acı yaşatanlaradır.

Hukuk tarihi, beni yargılayan ve bana ceza verenleri kendi gurur tablosuna eklemeyecektir. Bunu biliyor ve hayatın adaletine daha çok inanıyorum.

Yeni bir çağın eşiğinde, ben, acı ile sınanmış, başta Kürt halkı olmak üzere, bütün dünya halklarının, artık yüzlerini dağlara dönüp ağlamasını istemiyorum!

Beni anlayabiliyor musunuz?

Hepinize bütün içtenliğimle teşekkür ediyorum.

Ahmet Kaya

(Ahmet kaya’nın 1999 yılında Paris/Sorbonne Üniversitesi’nde düzenlenen İnsan Hakları konulu panelde yaptığı konuşma…)

Sorbonne Konuşması

Merhaba;

Ben dünyadaki bütün alt ve üst kimlikleri reddeden, hiçbir sınır tanımayan ve kendini hiçbir yere ait görmeyen bir insanım. Şarkı söylüyorum ve benim şarkılarımı milyonlarca insan dinliyor. Şu sıralar hakkımda açılmış birkaç davadan yargılanan ve epeyce hapis cezası istenen bir insanım. Suçum, Kürt asıllı olduğumu söyleyerek Kürt dilinde bir şarkı söylemeyi talep etmem. Sanırım bu kısa bilgi beni ve beni yargılayan ülkeyi anlamanız ve irdelemeniz için yeterlidir.

Düşünceleri ve yaklaşımları ile bu çağı ve bugünü olabildiğince doğru analiz ettiklerini uzaktan da olsa bildiğim bu değerli konuşmacılar arasında bulunmam, bugün bana gurur veriyor; çünkü bu ve benzeri birçok toplantı/tartışmanın insanlığın önünü açacağına inancım sonsuz. Ben duygu üretiyorum, sayın konuşmacılar da düşünce... Birbirimize ihtiyacımız olduğunu biliyorum ve gündem başlığı ‘insan’ı ve onun sorunlarını oluşturduğu sürece de bu böyle olacaktır.

İzninizle, duygu üreten bir insan olarak toplantı konusuna ilişkin kısa düşüncelerimi de sizlerle paylaşayım: Her insan gibi benim de bir ulusal ve bir kültürel kimlikle tanınmam gerekiyorsa ben Kürt asıllı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Ve benim için Kürtler 75 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin Külkedisi (Sinderella)dir. Bu 75 yıl boyunca Kürtlerin öğrendiği birkaç Türkçe söz şöyledir: Kürt halkı diye bir halk yok, Kürt dili adlı bir dil yok, Kürt kültürü diye bir kültür yok, Ne Mutlu Türküm Diyene... Oysa burada gerek konuşmacı gerekse dinleyici olarak bulunan sizler böyle bir halkın varlığından haberdarsınız ve bu halkı ve onun kültürünü tanıyorsunuz, buna inanıyorum. 75 yıldır değişmeyen bu resmî söylem, iki kardeş halkın (Kürt ve Türk halkının) sadece acı yaşamasına neden olmuştur.

Türkiye’nin Güneydoğusu’nda son on beş-yirmi yıllık süreçte halkın oturduğu kahvelere“Sıkıyönetim Komutanlığı” imzasıyla “Burada Kürtçe Konuşmak Yasaktır” yazıları asılırdı. O bölgedeki savaşın sürmesine en büyük katkıya, hiçbir akla, mantığa ve sağduyuya sığmayan bu ve benzeri, o halkı yok sayan uygulamalar yol açmıştır.

Yakın zamanda TBMM’de bir milletvekili, bildiği diller arasında Kürtçe’yi de saydığında muhafazakar milletvekilleri ayaklandılar. Milyonlarca insanın konuştuğu bu dile karşı takınılan bu dışlayıcı tavırla bu devlet ya da bu toplum, Kürt halkının elinde tuttuğu varlık sebeplerini, hakları ve zenginlikleri koruyabilir mi?

Şu anda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1991 yılında Sosyal Demokrat lider Erdal İnönü ile Türkiye’nin Güneydoğusu’na gittiğinde, “Kürt realitesini kabul ediyoruz.”demişti. Bu tarihten dokuz yıl sonra gelinen noktayı en iyi, kendimle örnekleyebilirim. Kendimi bildim bileli yasaklı bir dil olan anadilim Kürtçe’yi bilmediğim halde o dilde bir şarkı söyleme isteğim ve tıpkı Cumhurbaşkanının ifade ettiği gibi “Kürt realitesini tanımak zorundasınız.” biçimindeki bir cümleden dolayı yaşadığım topraklardan ve beslendiğim kültürden uzaktayım şu an.

Türkiye yakın tarihinin yıkıcı sonuçlarını silmek yerine toplumun önemli bir kesiminde dal budak veren kin ve intikam ağacının meyvelerini büyüterek, gündemini çözümsüzlüğe kilitlemiş durumda. Arkamızda bıraktığımız on beş yıllık sürecin tarafları, bu kin ve intikam duygularıyla birbirlerinin acılarını ya görmezden geliyor ya da birini diğerinden daha az meşru görüyor. Ulusal birlik ve bütünlüğümüzü korumak adına alınan önlemler(!) iki kardeş halk arasındaki sıcaklığı inanılmaz bir uçuruma dönüştürmeye yaramıştır.

2000 ile başlayacak olan tarih, bana göre, insanlığın içine düştüğü kaosu düzenleme ve hayatı insana en yaraşır hale getirme mücadelesinin tarihi olmak zorunda; çünkü bütün günahkar tarihlerin bir yüz akına ihtiyacı vardır.

2000’li yılların eşiğinde benim ülkemde otorite, halka ve onun sorunlarına hâlâ ataerkil dünyanın kavramları ile yaklaşmakta... Sadakat! Evet, otoriteye sadakat ve ‘meşru zeminlerde hak talebi’... Önce bu ‘meşru zemini’ sorgulamak lazım. Bu, sadece otoritenin dayattığı bir zemindir. Demokrasi benim ülkemde evrensel anlamını taşıyor olsaydı, ordu ile bütünleşen hiyerarşik devlet yapısı, Kürt halkından kendisini bu yapıya adamasını ve onun doğrularını hiç sorgulamadan kabul etmesini istemezdi. Oysa halktan istenen tam da budur. Devletin tercihlerini hiç tartışmayan ve kendi doğrularını üretmek için bile devlete bakan bir halk... Devlet, otoriter bir yönetim mekanizmasına razı olan sadakatli bir halka sahip olmak istiyor. Ve bütün yasal ve anayasal düzenlemeler bu mantık çerçevesinde hazırlanıyor. Oysa her sadakat talebi, toplumda içgüdüsel bir güvensizlik yaratmakta. Demokrasilerde ‘sadakat’ kelimesine yer yoktur. Hele de resmi ideolojiye sadakat!

Çok sesliliğe ve çok renkliliğe kapılarını ardına kadar açan toplumlar, bu sesler ve bu renkler arasında yakaladıkları armoninin keyfini çıkarırken kendini sadece griye bürümüş toplumların rengi her yeni çağda giderek matem rengi olan siyaha dönüşüyor.

İnsanlık tarihinin en büyük dramı, her yeni çağa yeni düşlerle adım atmasına rağmen, kendisinin seçmediği yasalarla yaşaması, yalnızlaşması ve ölmesidir.

Kürt halkını büyüten ve onun kaderini bir türlü tayin edemeyişini dünyanın gündemine taşıyan bu halkın yalnızlığı olmuş, geçmiş yüzyıldan onun payına sadece acı ve yas düşmüştür. Yeni bir çağın eşiğinde, ben, acı ile sınanmış başta Kürt halkı olmak üzere bütün dünya halklarının artık yüzlerini dağlara dönüp ağlamasını istemiyorum!

Hepinize teşekkürlerimle...

Ahmet Kaya

ilk

 

Beğen



Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol