ilk
Galeri
Ahmet Kaya Belgeseli
Ahmet Kaya | Biyografi | 1
Komünizm Nedir?
Sosyalizm Nedir?
Kimdir!?



“Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir KÜRTÇE şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.”

Salonda derin bir sessizlik oldu…

10 Şubat gecesi, o açıklamadan hemen sonra başladı daha önce hiç rastlanmamış ve hiçbir sanatçının yaşamaması gereken senaryo. Yaptığı konuşmaya karşı çeşitli protesto sesleri yükselirken Ahmet Kaya, elinde ödülü, her zamanki tavrıyla, gülümseyerek şarkısını söyledi. Şarkısını bitirince mikrofonu bırakıp yerine doğru yönlenmesiyle bazı sanatçıların(!), gazetecilerin, magazin dünyasının bilinen isimlerinin masalarından önce yuhalamalar yükseldi ve hemen ardından sağdan soldan Ahmet’e çatal bıçak fırlatmaya başladılar. Ahmet, en dipte eşi Gülten ve birkaç arkadaşının oturduğu masaya güçlükle varabildi. Ortalık fena halde karışmıştı. Tüm Türkiye’nin gözleri önünde, canlı yayında kameraların ve ayaklanmış insanların arasından Ahmet’in acı gülümsemesi görünüyordu. Birkaç garson ve sanatçı Ahmet ve Gülten’e atılan çatalların, yemek artıklarının arasında durmaya çalıştılar. Tam bir arbede yaşanıyordu. Ahmet “Kürtçe” demişti çünkü.

Sunucular durumu toparlamak için alelacele sıradaki şarkıcıyı sahneye çağırdılar. Bu şarkıcının, bu hassasiyetin üzerine son derece provakatif davranarak, şarkısının sözlerini değiştirerek (“Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil,padişah değil/ Atatürk yolunda tüm Türkiye/ bu vatan bizim/ellerin değil”) gibi bir kahramanlık marşı haline getirerek okuması, arkasından da bir eğlence gecesinde 10. Yıl Marşı’nı okumasının hemen ardından Türkiye’nin en ünlü anchormanlerinden biri sahneye atlayıp salonda bulunan tüm sanatçıları marş söylemeye çağırdı. O sırada Ahmet, güvenlik ve kamera çemberi içinde salonu terk ediyordu. Salon hain(!) bir adam ve eşinden temizlendikten sonra, gece olanca coşkusuyla(!) devam etti.

Kaya çifti uzun yıllardır yargılamalara ve gözaltına alınmaya alışıktılar; ama 11 Şubat sabahı hiç yaşanmamış bir yargılamayla baş başa kalmışlardı. Ülkenin birçok gazetesi olayı baş sayfadan vermiş, tüm ana haber bültenleri dakikalarca bu haberi geçmiş ve Ahmet’i vatan haini ilan etmişti.

Daha bitmemişti ama… 14 Şubat günü ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet, en büyük puntolarıyla baş sayfasına “Ayıp Ettin Gözüm” başlığı attı. Mahkemeye asla sunulmayan, 1993 yılında Berlin’de çekildiği iddia edilen ve sahne arkasında Türkiye topraklarının bir kısmını Kürdistan olarak gösteren Ahmet Kaya konseri fotoğrafı yayımladı. İlk sorgudan sonra tutuklanıp cezaevine gönderilen Ahmet Kaya, aynı gün avukatlarının yaptığı itirazla serbest bırakıldı. Ahmet serbestti şimdilik; ama basın tarafından ablukaya alınmış evlerinde Gülten, Ahmet ve Melis yapayalnız kalmışlardı. Çok yakın birkaç dostları dışında çevrelerini sarmış olan onlarca kişiden, her gün defalarca arayan ve birlikte şarkılar söylediği sanatçılardan hiçbiri çaldırmadı telefonlarını. Televizyonlar ilk haber olarak hain Ahmet’i anlatıyorlardı haber bültenlerinde. Melis on bir yaşındaydı, bir yanı başındaki babasına, bir televizyondaki ‘vatan hainine(!) bakıp anlam vermeye çalışıyordu olanlara.

Kocaman bir yalnızlığa sürüklenen aile, posta kutularına bırakılan isimsiz mektuplar ve telefonlarla ölüm tehditleri alıyorlar, kızlarını okula büyük bir kaygı ile gönderiyorlardı. Ahmet sokağa çıkmayı bir kez denediğinde marşlarla ve tükürüklerle karşılandı.

Devam eden duruşmalarda, pasaport kayıtlarıyla 1993’te Ahmet’in Almanya’ya hiç gitmediği kanıtlansa da, basında çıkan o fotoğraf tüm yazışmalara rağmen Hürriyet gazetesi tarafından mahkemeye sunulmasa da, Ahmet resmin fotomontaj olduğunu ve olmasa dahi özellikle yurtdışında bir konserde sahne dizaynından sanatçının sorumlu tutulamayacağını ne kadar söylese de, hiçbir gazete bunları yazmadı. Kimse Hürriyet gazetesine ’93 yılında hainliğini tespit ettiği bu adama ’94 yılında neden “Yılın Sanatçısı” ödülü verdiğini sormadı ve kimse savcının iddianamesinin sadece televizyonlardaki yorumcuların cümlelerinden ibaret olduğunu fark etmedi, etmek istemedi.

Yapayalnız geçti sonraki günler. Ahmet, stüdyosundan çıkmıyor ve geleceği göremediği için alelacele yeni albümdeki şarkıları kaydetmeye çalışıyordu. Çok aşırı kilo almaya başlamış ve cildinde problemler oluşmuştu. Dostlarının bir telefon açmamasına, bir merhaba dememelerine çok içerlemişti. Hayatı boyunca bir film yapmak istemişti Ahmet; ama başkalarının yazdığı bu senaryoda başrol oynamayı hiç benimseyemedi.

İlk mahkemede Savcı, “Vatana İhanet” suçlamasıyla 13 buçuk yıl hapsini istedi; Ahmet de on iki sayfalık bir savunma yaptı. Savunmasında, kendisini hiçbir yere ait görmeyecek kadar dünyalı, duygularını hiçbir biçimde daraltmayacak kadar evrensel yaşayan bir müzik adamı olduğunu, dünyanın bütün dillerini, dinlerini, uluslarını ve onların kültürlerini, inançlarını, şarkılarını sevecek ve onlara hoşgörüyle bakacak kadar büyük bir yüreğin sahibi olduğunu söyledi. “Başka bir dilden, örneğin İtalyanca, Arapça ya da İngilizce şarkı söyleyeceğimi açıklasaydım, yine vatan haini ilan edilir miydim, her an yanı başımızda duyduğumuz ve konuşulan bu dili ben bilmediğim halde, bilen ve konuşan milyonlarca insanla aynı topraklarda yaşıyor olmam gibi nesnel bir gerçekten yola çıkarak bu dilden bir tek şarkı söyleme isteğim, bütün bir Türkiye halkı ve çocuklarımın önünde ‘Vatan Haini’ olarak suçlanmamı mı gerektiriyor sizce?” diye sordu mahkemeye.

Mahkeme, delillerin toplanması için ileri bir tarihe ertelendi.

Mahkemeden sonraki gün gazeteler on iki sayfalık savunmanın tek kelimesini yayımlamadılar. Sanık Ahmet Kaya gazetelerin baş sayfalarında “Yavşak”, “Soysuz”, “Şerefsiz”, “Alçak”, “Fikirsiz fikir suçlusu” diye anılırken kimse Ahmet’in okuma yazma bilen iki kızının olduğunu umursamadı.

Ahmet’in imzaladığı bir Avrupa turnesi anlaşması vardı. Yurtdışına çıkma yasağı konulmuştu. Mahkemeye tekrar başvuruldu ve mahkeme, yasağı kaldırdı.

1999 Haziranı’nda Kürtçe şarkıyı stüdyosunda söyleyip kaydettiği gecenin ertesinde, sabah 4’te yağmurlu bir İstanbul’a kırgın, yorgun ve bir dost uğurlaması olmaksızın veda etti.

Ve Paris… Ahmet Kaya, Avrupa’da konserlerini veriyor ve Türk basını Ahmet’i izliyordu. Basın, Ahmet’in her söylediğinden anlamlar çıkarıp üzerine geldikçe Ahmet hırçınlaşıyor, yalnızlaşıyordu. Her cümlesi manipüle ediliyor, her konser haberi çarpıtılıyor, yazılı basın ve TV’lerin ana haber bültenleri onun en birleştirici cümlelerini en kıyıcı cümleler haline getirerek yayımlıyorlardı. Tüm bunlar yeni dava konuları oluşturuyordu.

Bir konserinde “…Birkaç şerefsizin yüzünden bana yaşatılanları, ülkemden bu kadar uzakta kalmayı ve içine düşürüldüğüm bu durumu içime sindiremiyorum. Kürt realitesinin kabul edilmesini istiyorum. Türkiyeli Kürt Ahmet olarak yaşamak istiyorum.” diyor, bu cümle ertesi günün gazete manşetlerinde “Vay Şerefsiz” üst başlığı ve “Ahmet Kaya 64 milyona hakaret etti.” cümleleriyle yer alıyordu. O, cevap hakkını kullanmak istiyor ve/fakat yaptığı açıklamalar hiçbir gazetede ya da televizyonda yer almıyordu.

İçeriğinde “Benim hesabım Türk halkıyla ya da Türkiye Cumhuriyeti’yle değil, benim sorunum kendim gibi ağlayan Kürt halkıyladır.” cümleleri yer alan haber, “PKK militanı gibi” bir başlıkla sunuluyordu.

“Bir Boşnak ‘Ben Boşnağım.’, bir Ermeni, ‘Ben Ermeniyim.’ vs. diyebiliyor. Neden bizim milletimiz ‘Ben Kürdüm.’ diyemiyor? 70 yıldır Yunanistan ile savaşan Türkiye onunla barışabiliyor da neden 1500 yıldır birlikte yaşadığı Kürtlerle barışamıyor?” şeklindeki konuşmasına yer veren gazete bu haberi, ‘Kaya yine kin ve küfür kustu.” başlığı ile verme gereği duyuyor.

Bu başlıkların her biri yeni bir dava konusu oluşturuyor ve Ahmet’in ülkesine dönme isteği fiilen ve hukuken imkânsızlaşmaya başlıyordu.

Ahmet, hayatının hiçbir evresinde kendi toprakları dışında yaşamayı planlamamış olsa da ülkesinin en önemli ulusal gazetelerinden biri, büyük bir pervasızlıkla ve hiçbir belge ya da kanıta dayandırmadan, Ahmet Kaya’nın Fransa’dan oturma izni aldığını başlıktan vererek aylardır yürütülen bu bilinçli anti-kampanyayı başka bir boyuta taşıyordu.

Ahmet bir yandan tüm bu olup bitenleri algılamaya çalışıyor, diğer yandan da içindeki her şeyi, her zamanki içtenliği ve açık sözlülüğü ile dillendirip kendisiyle Paris’te röportaj yapan bir başka gazeteciye şunları söylüyordu:

“Bak gözüm, ülkemin insanlarına selam götür ve söyle onlara: Bir kere de benim için baksınlar pencereden gökyüzüne; ama ne olur, unutma da söyle, bir kerecik de olsa benim gözlerimle baksınlar, tıpkı Mecnun’un Leyla’ya bakışı gibi…”

Gülten bir yandan neredeyse her hafta Paris’teki sürgün evine, Ahmet’e moral olmaya gidiyor; bir yandan buradaki süreci tek başına taşıyor, çocuklarla ve işlerle ilgileniyor; diğer yandan her ay DGM’lerin yolunu tutup Ahmet’in duruşmalarına giriyor ve tüm bu yalnız günler onu paramparça ediyordu.

Girdikleri her duruşmada avukatları gazete başlıklarına dikkat çekerek bunların kamuoyunu olumsuz etkilediğini ve müvekkilleri hakkında bir linç ortamı oluşturduğunu söyleyerek konuya dikkat çekseler de, bu linç kampanyası hızını artırarak sürüyordu.

Aleyhinde açılan ilk dava Ahmet Avrupa’dayken sonuçlanıyor, mahkeme Ahmet Kaya’ya 3 yıl 9 ay ceza veriyordu.

Tutuklama kararı ve yakalama emri verildiği için dönmedi Ahmet. Paris’te, kendini anlatabilmenin yollarını aramaya karar verdi. Bir basın toplantısı düzenledi, başına gelenleri anlattı. Tüm Türk basınından temsilciler vardı toplantıda. Ertesi gün hiçbir gazete yine tek bir kelime yazmadı Ahmet’in anlattıklarından.

Aylar geçti. Her konuşmasında kendisine yapılan haksızlığı anlatmaya çalıştı. Her konuşmasında kızlarını, eşini, annesini, ülkesini, halkını ve sevenlerini nasıl özlediğini, onu bir kez aramayan dostlarına nasıl üzüldüğünü anlattı:

“Ben Türkiye’nin ceza yasalarından hiçbirini ihlal ettiğimi düşünmüyorum. Adam öldürmedim, kimseyi dolandırmadım, hiçbir yeri soymadım, vergi kaçırmadım, namussuzluk yapmadım, uyuşturucu satmadım… Sadece düşündüklerimi söyledim. Şu anda Paris’in orta yerinde olmaktansa İstanbul’daki evimde, bir ayağı kırık mangalımın başında olmayı; isimlerini bilmediğim şarapları içmek yerine, kokusunu ve lezzetini hiç unutmadığım bir kadeh rakı içmek isterdim ya da Boğaz’a inerek köfte-ekmek yemeyi… Ve ardından, cila yerine geçecek bir bardak bira içmeyi... Devamında da eve, her zaman olduğu gibi, sokaklardaki polislerle şakalaşarak gitmeyi isterdim. Farkındaysanız, ‘Ahmet Kaya Özel Linç Programı’ bir ritüel halinde devam ediyor. Beni ülkemden gönderdiğinizi düşünüyor ve sonra da geri dönüp dönmeyeceğimi merak ediyorsunuz. Oysa ben zaten ordayım ve kolay kolay da başka bir yere gitmeye niyetim yok.” dedi.

Gülten ve Melis sürekli ona gidiyorlardı; ama aile dağılmıştı neredeyse. Melis’in okulu, yarım kalan üretim ve yalnız kalan şarkılar, İstanbul’da kurgulanmış bir hayat…

Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Yine bir Paris ziyareti yapıp Ahmet’le küçük bir tatil yaptılar. Gülten, Ahmet’in çok yorgun ve çökmüş olmasından endişe ediyordu; ülkesinden uzak bırakılmak, içindeki yalnızlık duygusu ve haksızlıkla mücadele etmek Ahmet’i iyiden iyiye sarsmıştı.

Hayatında belki de ilk kez bu kadar derin bir umutsuzluğa kapılmıştı, ne olursa olsun dönmek istiyordu artık, vatanını özlüyordu… Ablasını, yeğenini ve Gülten’in büyük ağabeyini (Ahmet’in çok sevgili dostunu) kaybetmişlerdi ve Ahmet ülkesine dönememişti. Yaşlı ve acılı annesi ile ablası bir kez gidebildi yanına.

Tuhaf, adını koyamadıkları bir ‘ayakta olma hali’ sürmekteydi Paris’te. Ne tam göç etmişti oraya ne tam olarak yurdu belliydi Ahmet’in. Paris’in ortasında ülkesini yaşamakta, büyük bir dikkatle gelişmeleri izlemekteydi. Hiç sevmediği yalnızlık, üstelik de hiç tanımadığı yerlerde koynuna almıştı onu. Başlangıçta çok kısa süreli olacağını ümit ettikleri geçici yerleşme durumu, artan belirsizliğe rağmen bir türlü kalıcılığa dönüştürülemiyor, Ahmet Paris’teki sürgün evinde her an İstanbul’daki evine dönecekmiş gibi yaşamaya çalışıyordu.

Okuyor, Kürtçe ve Fransızca dersler alıyor, konserlere gidiyordu. Tüm parçalarını ülkesinde bırakmış, yepyeni projeler için heyecanla kurduğu ses kayıt stüdyosu, Gülten’in de bin parçaya bölünmesiyle neredeyse kaderine terk edilmiş, o stüdyonun bahçesinde her akşam sevdikleriyle bir araya geldiği mangallı sofralar bitmiş, gece yarıları bahçeye çıkıp oynadığı kangal köpekleri yapayalnız kalmıştı. Melis, âşık olduğu babasının korunaklı koynundan uzakta, okuluna gidiyor ve dış dünyada olup biteni kendi başına ve gücünün yettiğince göğüslemeye çalışıyorken annesi paramparça durumda DGM’ler, ailenin tüm gidişatı, çocuklar, iş, genel durum ve en önemlisi Ahmet’i sırtlamış olarak, onun moralini yüksek tutmaya çalışıyordu.

Neredeyse her hafta Paris’e gitmesine rağmen bu gidişler Ahmet’e yetmiyor; ama bir başka ülkede yerleşik hayata geçmeyi de planlayamıyorlardı.

Gülten’le Paris sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyor, akşamları evde haber başında ülkesini takip ediyor ve neler olup bittiğini Gülten’in yorumlarıyla da anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu da altını çizdiği yaşamsal gerçek, patlamaya hazır bir bomba gibi hayatının ortasına düşerek tüm hayatını ve üretimini havaya uçurmuş ve onu böyle vurmuştu? Kendisine o kadar çok soru soruyordu ki…

Peki, başka türlü nasıl yaşanırdı? Rahatsız olmaz mıydı insan zaten yok sayılan bir gerçeğe kendi gözünü de kapattığında? Peki, o zaman sanatın işlevi olabilir miydi? Kendisini, üretimini, varlık koşulunu başka türlü nasıl anlamlı kılabilirdi bir insan? Bu bir ‘karar’ değildi ki…Bu bir hissedişti, bu içsel bir durumdu ve asla planlayarak ve karar alarak olmazdı zaten. Onu rahatsız eden bir tarih vardı, yalancı bir tarih ve o bunun üzerindeki örtüyü aşağıya indiriyordu sözleriyle. Olması gereken bu değil miydi zaten? Herkesin yapması gereken, özellikle sanata düşen bu değil miydi? Dünya sanat tarihinde bunun onlarca örneği yok muydu? Peki, o halde neden sadece kendi sesini duymuştu ve hâlâ neden sadece kendi sesini duymaktaydı?

Fransa, bir muhalif portre olarak Sartre’ı ne güzel kucaklamıştı ve bu tarihsel tavrı Fransa’yı dünya demokrasi tarihinde nasıl da onurlu bir ayrıcalığa oturtmuştu.

Bitmek bilmeyen sorgulamalardı bunlar ve tüm bunların bir gün kendi ülkesinde de tolore edileceğinin umudu içindeydi hep… Kendisi göremeyecek olsa bile… Öngörüsünden uzağa düşmeden, bunun bedelini de sırtına alarak yaşamaktı onunki.

Küçük keyiflerle avunmaya çalışıyor, evde çiğ köfte yapmayı deniyor, ya kıymayı ya maydanozu beğenmiyor, yanlış yere park ettiği otomobili çekilince sinirleniyor ve dilini bilmediği bu ülkede, bu detayların her biri ona ülkesini özletiyordu.

Akşamları, Türkiye’deki televizyonlardan bir siyasi tartışma programını izlerken İstanbul’daki Gülten’i arıyor, telefonu saatlerce açık tutarak programı onunla birlikte izliyor ve karşılıklı yorumlar yapıyorlardı birliktelermiş gibi. Sabaha karşı yeniden arıyor ve Melis’in uykusundaki soluğunu duymak istiyordu. Her defasında karar alıyordu, gidecekti… Herkesin, Ahmet Kaya’nın tüm gemileri yaktığını sandığı bir aşamada, mecazî anlamda, bir kenarda bağlı tuttuğu umutla yüklü küçük sandala binecek ve karanlık sularda ülkesine doğru yol alacaktı.

Yeni şarkılar yapıyor; ama bilinmez bir içgüdüyle ve kendisi için kurduğu stüdyoda özgürce çalışamamanın tepkisiyle hiçbirini kaydetmiyordu… Sinema yapma kararı giderek öne çıkıyor, kurguladığı hikâyelerle ilgili ön araştırmalar yapıyor, teknik ekibi oluşturuyor, mekânlar bakmaya çıkıyordu. Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da ülkesine benzer yerler arıyordu durmadan.

Tüm bunların yanı sıra, biten davasını temyiz etmeye karar vermişlerdi avukatlarıyla.

 

Sayfa3

 

Beğen



Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol